Bir gece de doğdum, bir ömürde ölemedim. Her gün yeni bir başlangıç dedim eskisini bitiremedim...

27 Temmuz 2013 Cumartesi

http://ppatronice.blogspot.com/



          Ey sarmaşıklarım artık burada devam ediyorum

Korkularımızın verdiği desenlerle yoğrulan, yorulan insanlarız biz...


Kendimize ait bir hayat sürdüğümüzü sanarak yaşayan ve sırf bu yüzden yanılan faniler topluluğuyuz biz aslında. Döngülerle çevrilmiş hayatlarımızın içinde tek bir yolda ilerlediğimizi düşünüyoruz çoğu zaman. Oysaki doğuştan sahip olduğumuz kodlarımız ,kendi ürettiğimiz hormonlarımız, tanıdığımız ve farkında olmasak da hiç tanımadığımız insanların verdiği kararlarla örülü yollardan geçiyoruz. Kelebek etkisi diyerek açıklanan teorilerle ve karmalarımızla baş ediyoruz bilinçsizce. Ve en çok da korkularımızın verdiği desenlerle başkalaşan kimliklerimizle doğru ve yanlışları bulan ve sahiplenen bir yaşam formuyuz galiba. 

Normal nedir, kimdir bilmeden deli olmayı kabul ediyoruz. Böylece her düşünüleni, yapılanı normalleştiriyoruz kendimizce. Kolaylaştırılmış geri bildirimler, kurtarıcımız oluveriyor en korkulu anlarımızda. En çok da bu zamanlarda tanınıyor insanlar. En korktukları anlarda kendileri olmayı seçiyor ve birden bire taktıkları tüm maskeler dar geliyor bedenlerine. O yüzden insanları tanımak için zorluklarda bir arada olmak gerekiyor ya zaten. Çıkarların en çok düşünüldüğü anlarda.

 İş yaşamı en çok örnek topladığımız veri bankamız oluveriyor hep. Oradaki ilişkiler belirli olgularla var olup sağlandığından ve o olgular yok olduğunda yok olduğundan. 


Çevremde para ile güçlenmiş kişiler görüyorum çoğu zaman. Korkularından korkarken insanları yok sayan, para ile kendi doğrularını yaratan. Masanın hep iki tarafı var deniliyor; Yöneten ve yönetilen. Derece derece adlandırılıyor yönetimdekiler ve bu derecelendirilme hep masanın hangi tarafında ne kadar çok payınız olduğuyla biçimlendiriliyor. Orta düzey yönetici deniliyor mesela, orta dece deniliyor çünkü bu insanlar çalışana göre yöneten, yönetime göre çalışan tarafında kalıyor. Hiç bir taraf sevmiyor, her iki taraf da kendinden saymıyor onları; Bir bakıma iş yaşamının arafında, sırat köprüsünün ortasındalar çünkü. Kayıp kimliklerini dengelemeye, masanın bir tarafındaki paylarını arttırmaya çalışıyorlar. Ama bunun da bir bedeli var. Ya ruhunuzu patrona satacaksınız yada kendinizi yetiştirdiğiniz ölçüde bağımsız kalacaksınız. Ben kendimi yetişirdiğim ölçüde bağımsız kalmayı seçenlerdenim. O yüzden sevilmemeyi baştan kabul etmişim. Arafta oturmuş, sırat köprüsünü yuvam bilmişlerdenim. Sırf bu yüzden en çok korkulanlardanım. 

Personelin korkmak ile korkmamak arasında gittiği, yönetimin dik başlı bulduklarındanım. Yönetim dik başlıları sevmez, o itaatkar kişilerden hoşlanır. Eğer üst yönetimiz ahlak sahibiyse sizde cevher olduğunu savunur, işinizi yapıp yük aldığınız sürece sizinle beraber yürür. Fakat ahlakı kendi ölçütleriyle sınırlandıran bir yönetimin, sizi sadece başarısız bir baş belası olarak görmesi an meselesi olduğu kadar kaçınılmazdırda.  


Ben her yaz dönemi baş belası olarak görülen kış dönemi umursanmayan biriyim. Yaz dönemleri hırpalanan bir günah keçisiyim. Bu yazda diğerlerinden farksız benim için. İçimde öfke nöbetlerine sebep olan bu kasırganın göz bebeğine ulaşmama az kaldı. Bayram sonrasına planlanan toplantıların nihai hedefiyim.

Ama bu sefer korkularımın verdiği desenlerle değil benim onlarda yarattığım korku desenleriyle konuşacağız. Ortaya ne çıkar kestirmek oldukça güç, çünkü bu sefer direnmeyeceğim ve kasırganın göbeğinden sesleneceğim...

11 Temmuz 2013 Perşembe

Yarı deli bir kadın, yarı akıllı bir koca.. Çapraşık bir evlilik bizimkisi...


"Deliler ve akıllılar aynı derecede zararsızdırlar. Ancak yarı deliler ve yarı akıllılar çok tehlikelidirler." Goethe






10 Temmuz 2013 Çarşamba

Ben bir annenin doğurganlığının ispatı için doğması seçilmiş olan çocuğum...


Hiç bir zaman iyi bir öğrenci olmadım. Sadece yettiği kadarını yapanlardanım. Hep daha fazlasını yapabileceğine inanırken, kolay olan sığ sularda oynamayı seçenlerdenim. Oyunlarımı oynarken sığ sularda , derin suları hayal bile etmedim. Neden diye sorsanız verecek pek bir cevabım yok, korktum demekten başka. Ölçülebilen bir şey miydi ki kapasite ? Bilemedim. Hiç ölçmedim ki ben kapasitemi, hiç sınırlarıma götürmedim ki kendimi. Zaman zaman sınırlarda dolaştığımı düşündüysem de, bir daha ki sefere gittiğimde oranın sınır olmadığını fark ettim. Kolaycılık böyle bir şeydi aslında. Tembel deseniz o da değilim ama nasıl desem daha çok rotasız bir gemiydim. Şimdi kendime baktığımda çalışkan lakin verimsiz buluyorum. Çok çalışıp az kazananlardanım.

Çokça korkak ve kuyruğunu eğmeyecek kadar da gururlu biriyim ... Başkalarının sorunları çözmelerine bayılsam da hep kendi sorunlarımı çözmek zorunda kalan bir kahraman oldum kendi hayatımda. Oysaki ben korkak rolüne taliptim çoğunlukla. İçimde korkağı oynarken dışımda cesur oldum ben. İçimde saklanırken, dışımda göz önündeydim hep. Hayatımda hep bir şeyler tepetaklak olurken ben hala içinde başka dışında başka biriydim. Ve bu başka başka olduğum birileri yüzenden, tıkandım hayatta. Çocukluğuma kadar indim kafamda, bazı şeyleri çok beğendim bazılarını ise hiç beğenmedim... Ama sanırım hep o dışarıda oynayan özgür kız olmayı istedim. Biri çıksa ve bana,

Birisi -Vanila Sky filmini izlemiş miydin?
Selin -Evet
Birisi -Tom Cruise gibi seni sadece mutlu olduğun anıların olduğu bir hayal dünyasında yaşamak ister misin?
Selin -Eeeee Şeyyy yaniii olabilir tabii, her şey benim istediğim gibi mi olacak?
Birisi -Elbette.
Selin -Hımm yanlış bir şeyler varmış gibi hissediyorum, peki gerçekte ne olacak???
Birisi -Hiç yani Senin için Hiç. Uyuyacak nefes alacak ,yaşlanacak ve bir gün öleceksin.
Selin - Dııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııttttttttttttttttttt ( Konuşma biter. )

Gördüğünüz gibi bir yanım beğenirken bu hayali öbür tarafım "hiç olacaksın" lafını duyunca gene tüylerini dikeltip kabardı. 


Neyse. Ben bir annenin doğurganlığının ispatı için doğması seçilmiş olan çocuğum. Anneme sorduğumda bana böyle bir hikaye anlatmıştı. Aşk meyvesi değilim mesela. Kendi travmalarının kurbanı olmuş bir kadının ve yenilerini yaratmasını sağlayan bir kocanın  meyvesiyim. Buraya nereden geldik derseniz işte ilk tıkanmanın olduğu yerdeyim şimdi. Anne kucağında baba ocağında.

Anlaşamamak mevzu oldu mu, Annemle hiç anlaşamazken babamla sadece anlaşamamam. Anlaşmak mevzu oldu mu da, Annemle daha çok anlaşıp babamla sadece anlaşmak değişik bir karmaşa yaratıyor. Her biri kendi halinde çok süper insanlar olmalarına karşın beraberlikleri süresince çok başarısız bir ikiliydiler. Yaşla beraber bir şeyler değişiyor sananlardansanız aynı zamanda yanılanlardansınız da. Çünkü değişen hiç bir şey olmadı bence. Tabii çözülen bir şey olmadığı için olabilir. İki tarafta ruhsal yaralarının farkında değilken, iyileşmek istemiyorken bu yaralardan beslenmeyi seçmişken nasıl olabilirdi ki değişim. Olmadı da.

Değişim annemin hayallerinde bile yokken; Babam ise mükemmelliğine değişim ile leke bile süremezdi. Babam tam bir holigandı. İnandığı doğrulara saplantılı şekilde savunan ve bağlananlardandı. O yüzden onunla farklı düşündüğünüz konularda sohbet etmek (eğer onun dediklerini kabul etmeyecekseniz) mümkün değildi. Yok ben illaki sohbet edeceğim kendimi ifade edeceğim diyorsanız sohbetin 10. dk sonra kavgaya hazırlıklı olmak ve akabinde gelecek olan küslüğü kabullenmeliydiniz çünkü babam konuşamadığı gibi çok iyi küserdi. Küslüğü için çeşitli branşlarda rekor denemeleri yapmış Çocukları ve eşi için; en az 6 ay ile en çok 3 sene. Kardeşleri için 5 sene ile 10 sene (hatta biriyle hala sürüyor:))) ile Guinness dünya rekorlarına girmek için başvuru yapılabilirdi lakin ispatının çok uzun zaman alacağından biz çocukları olarak bu onurlu ödülden vazgeçtik:)

Annem zorlu bir çocukluk geçirmiş üstüne ailesini arka arkaya ve gençken kaybetmesiyle travmalardan kurtulamamış geçmişe saplanıp kalmıştı ve bir kurtarıcı arıyordu. Kocasında bulamadığı bu kurtarıcıyı çocuklarında bulmak için çabalıyordu. Gittikçe içine kapanıyor tüm sorunlarını çocuklarıyla konuşmakta bir sakınca görmüyordu.  Babam ise hep hatayı kendi dışında aradığından aile hayatının yanı sıra ticari hayatında göz göre göre bitiriyor fakat her zaman ki gibi bunu kabul etmiyordu. Babam bencildi ve kendinden başka hiç kimseyi düşünmemişti. Ona sorsanız hayatını ailesi için heba ettiğini söylerdi, fakat bizim açımızdan baktığınızda bunun gerçek olmadığını görmeniz pek uzun sürmezdi. Bugüne kadar aldığı tüm kararları sadece kendi isteklerine göre almış, sıkıntıya düştüğünde ilk bizi suçlamıştı.

Anne kucağı ve baba ocağı böyle olunca sıkıntıya düştüğünde ailesini arayanlardan değilim ben,olmayı isterdim lakin beni anlamayarak beni daha çok üzecek yorumlara hiç ihtiyacım olmadı. Elbette bu kanaate varana kadar bir çok başarısız denemem oldu o kadar.

Ben bir tek kendi hayatımın kahramanı olmak istiyorum. Lakin korkuyorum. 

Korkularımla yüzleştiğim zaman, dışımdaki ile içimdeki birleştiği zaman kahraman olacağım...

30 Mayıs 2013 Perşembe

Bin kadın, bir beden ; Üç Şair Üç Şiir...


                Tüm kutlamalar az kalır bunların yanında, içimdeki kadınlarımın hepsine iyiki doğdunuz...

Kutlu olsun dogum gunun, kotulukler uzak olsun
Mutlu ol omrunce, uzulmeler sana yasak olsun
Kalbin kirilmasinda, uzerinde kir pasak olsun
Sen uzulme sakin, uzulmelerim sana feda olsun

İyi ki dogdun, iyi ki vermiş yaradan seni bizlere
Yildirim gibi caktin, guneş gibi actin ustumuze
Soz oldun, mani oldun, saz oldun bestemize
Kutlu olsun dogum gunun,nice mutlu senelere

Can yücel

***
Yapraklara dallara, yeşillere, allara,
nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.
Yaprak dala, al yeşile yaraşır,
gayrı bundan böyle vermem seni ellere

Nazım Hikmet Ran

***
Sen iyi ki doğdun
Ben iyi ki yaşıyorum
Ne güzel şey
Seni hala seviyorum

Aziz Nesin


14 Mayıs 2013 Salı

öfkemin prangasında geçen sukunet...


Bir ben var ki içimde sureti aynı ben fıtratı ise bir akis sadece... Çoğu zaman görmediğim, karşılaşmadığım ve unuttuğum ama hep benimle olan...

Onu pusuya yatmış beni beklerken buldum, avının kokusu almış bir hayvan misali orada kıpırdamadan duruyordu. Ne zamandır oradaydı da beni izliyordu ve ben neden fark etmedim bilemiyorum. Ama benim onu fark etmem ile onun yüzünü bana göstermesinin aynı ana tekabül etmesi tamamen benim şansızlığımdandı. Başka bir şeyden değil.

Bir anda parlayan öfkemin bedenimi sarıp sarmalaması sadece saniselerimi aldı, daha fazlasını değil. Dönüşüm başlamıştı, artık durmanın imkanı yoktu. Hormonlarım isyan ediyor, beynimi yavaş yavaş ele geçiriyorken gözümü örten perde, kalbimin rüzgarında dalgalanıyordu. Ben ise annesinin kucağındaki bebek gibi öfkemin kucağında bir sağa bir sola savruluyor ama hiç bir şey hissetmiyordum. Zaten o anda hiç bir şeyin önemi de yoktu. Zaman, mekan, duygu gibi algılarım kaybolmuş yerini sınırsız gibi görünen bir öfkeye bırakmıştı.

Öfkenin içinde ki hapisin prangası zamandır. Ben artık özgürüm. Bir sukunetin eşiğindeyken, yarım olduğumu anlıyorum. Öfkemin tamamladığı yarımın eksikliğini hissediyorum.

Öfkemi özlüyorum sadece...

26 Mart 2013 Salı

Bastırılmış paranormal bir insanım...

Hepimizin içinde bir yerler de konuşan bir ses mevcuttur. bu ses kimi zaman hasetinden konuşur, kimi zaman bildiğinden, kimi zamanda inananın sadece zevzekliğinden. kiminin sesi bangır bangır bağırırken, kimisinin cılız sesi rutin koşuşturmaca da kaybolur.

Benim içimdeki ses hep bangır bangır bağırdı. Hiç susmak nedir bilmedi. Kimi zaman zevzeklik  ve kıskançlıktan konuşsa da aslında çoğu zaman bildiğinden konuştu. Tabii bunu anlamak o sese kulak vermeyerek geçen tecrübelerden sonraya kaldı çoğu zaman. 

Çocukluğumda sihirli bir değneğim olmasını, ve insanların aklından geçen her şeyi okuyabilmeyi isterdim. Bunun için bitmek tükenmek bilmeyen enerjimle her gece dua ederdim, Allah'a. Ve kendimi o kadar sıradan hissederdim ki, kendimi aklımdan kimi zaman neden sorguları yaparken bulurdum. Bu sıradanlık duygusu içime o kadar işlemişti ki bana göre herkes ikizler burcu, herkes kollleje gidiyor vb bir çok düşünceler içimde birçok yerde dolaşır dururdu. O yüzden tanıştığım insanların başka burçlara sahip olmaları hep ilgi çekici gelirdi.

Mesela Mavi- Yeşil gibi renklere sahip gözleri olan insanlar benim için inanılmaz özel insanlardı. Sanırım bu durum benim anne tarafımın hepsinin renkli gözlere sahip olmaları ve benim kara kuru baba tarafından çok taparcasına onları sevmemden ileri geliyordu. Ve ben o kara kuru baba tarafına aittim. Fiziksel olarak anneme benzemiyordum. Oysaki kesinlikle benzemek istiyordum. Her gece Allah' a göz rengimi değiştirmesi için yada saçımı kıvırcık yapması için dua ederdim. Bu durum resmen bende saplantı halini almıştı. Hatta bu durumun benim için ne kadar travmatik olduğunu size anlatmak adına;  ilkokul öğretmenimi göz rengine göre seçtiğimi söylersem aranızdaki psikologlardan yardım etme talebi bile alabilirim sanırım. Tabii bunlar çok uzun zaman önceydi. Şimdi ise tüm bunların altında yatan sebebi bulmak üzereyim, hatta buldum desem yeridir.Neyse anlatsam neler yaptığımı bu durum için ne siz inanırsınız ne de buna benim zamanım yeter. 

Zamanla beraber işlerin böyle olmadığını öğrendim tabii, herkesin ikizler burcu olmadığını yada herkesin benim kadar şanslı olup kolleje gidemediği. Ama bu insanların akıllarından geçeni okuma isteğim hiç azalmadı.    O yüzde de paranormal olaylara karşı bir ilgim oluşmaya ve bu durumları yaşayan insanlara hayran hayran bakan aklı bir karış havada bir genç kız oldum. İlk olarak bu zamanlara rastlar kendi iç sesimle tanışmamız.

O zamanlar kendimi fark etmem ile birlikte içime doğan şeyler gerçek olmaya başladı, yada ben o zamana fark ettim bilemiyorum. Ama bu durum bile bana sıradan geliyordu, özel bir durum değildi yani anlayacağınız. Lise birinci sınıfa ilk geçtiğim yaz döneminde bu akıldan geçenleri okuma işi gerçek oldu. Evet bir arkadaşımın aklından geçenleri ilginç bir şekilde okuyordum. Hiç bir şey söylemesine gerek yoktu. hiç bir şey saklayamıyordu bile benden. İşte ilk defa o gün insanların aklından geçen düşünceleri anlamanın hiç de eğlenceli bir şey olmadığını fark ettim. Çünkü insanlar akıllarından her şeyi geçiriyorlardı ve o aklından geçenler beni gerçekten üzmüştü. 

Şimdi geri dönüp baktığımda yaptığım şeyin bir insanı iyi tanımak olduğunu anlıyorum. Evet muhakkaki kişinin konuşması, beden dili vb durumlarını değerlendirmem sonucu vardığım sonuçların hislerimle birleşmesinin sonucuydu tüm olanlar. Bunu artık biliyorum çünkü artık bu durumu daha bilinçli kullanıyorum. Evet size rahat rahat tanıdığım insanların aklından geçenleri okuyabildiğimi söyleyebilirim. Hatta tecrübeyle sabit tanımadığım insanları da zaman zaman okuyabiliyorum. Tabii okumayı yani görmeyi seçersem.

Genel olarak çevremde ki insanların hareketlerini her daim süzüyorum, kullandıkları kelimeleri sıklıklarını, kullanım tarzlarını, duygu ruh hallerini her birini bir sistematik halinde kaydediyorum ve aslında tüm bunları yaparken tanıyorum her birini. Geriye sadece görmek kalıyor. Ve görmek istediğimde kendi içimdeki sistematiğe göre değerlendiriyor ve bir sonuç çıkarıyorum. Ve ister inanın ister inanmayın %95 doğru sonuçlara varıyorum.

Gördüğünüz gibi insanları okumak için müeccin olmaya gerek yok. Sadece iyi bir gözlemci ve empati yeteneğiniz gelişmiş bir kişi iseniz olanları anlamamak için aptal olmanız gerekir. Eğer ki fark ettiğim halde bir insanın niyetini yüzüne gelmiyor isem inanın benimde kendime göre sebeplerim ve beklediğim bir şeyler vardır.

Bu dediğim şeyi siz de yapabilirsiniz. Hadi denemeye başlayın. ve bu denemeye en yakınlarınızdan başlayın. zaman zaman çok eğleneceksiniz. Mesela size bir örnek vermem gerekirse Bizim şirketimizin mali müşaviri Bay H. kendi inanmadığı ama sadece yönetimin görev vermiş olduğu konularda konuşurken yani aslında haksız bir konumda hissettiği anlarda, yani yani yani işin özü stres altında iken sürekli boğazını temizleme ihtiyacı hissediyor. Ben bay H. ile konuşurken ne zaman boğazını temizleme ihtiyacı hissetse o konu hakkında ne hissettiğini biliyorum. Biliyorum bu basit bir örnek ama işin aslı bu kadar basit. Gerisi tamamen sizin maharetinize kalmış.

Ama sizi uyarıyorum, anladıklarınız her zaman hoşunuza gitmeyecek. Ama içinizde ki sese kulak verin çünkü her ne olursa olsun o sizden yana.


Sevgiler S.


18 Mart 2013 Pazartesi

3000 yıllık şifalı dokunuş; Akupunktur...

Vücut da hissedilen bir ağrının o kişinin hayatını ne denli zindana çevirebileceğini bilmeyen çok nadir ve şanslı bir grup insan vardır. Geri kalan çoğunluk ağrılar ve o ağrılarla yapılan savaşlar için kendilerini çeşitli yöntemlerle kuşatmışlardır. Ne yazık ki ben o şanslı gruptan ayrılalı çok oldu. Yaş ile beraber çeşitli ağrılar ile karşılaşma ve tanışmalarımız olmaya başladı. Ve bende zaman zaman ağrı ile savaş kolluk kuvvetlerinin bir neferi olarak yeni yeni yöntemler denemeye ve keşfetmeye  araştırmaya başladım. Tabii sadece ihtiyaç halinde.
Düşmanınızı tanımak savaş arenasında kazanmak için en önemli stratejik hareketlerin yapılmasına ve kararların alınmasına olanak sağlar. Bu yüzdendir ki ağrı ile savaş her geçen gün bin bir farklı yöntemlerle alt edilmeye çalışılmaktadır. Lakin bazen aradığınız şey keşfedilmemiş değildir. Tam tersine çok eski zamanlarda keşfedilmiş bir yöntemdir de henüz sizin keşfetme şansınız olamamıştır.Sadece sizin onu keşfetmenizi bekliyor olabilir.

Konumuzun neden ağrı olduğunu merak edenler vardır elbet. Size geçen hafta yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Beni gerçekten şaşkına çeviren ve bu kadar gerçek değerler ile iyileşme hissettiğim ve ağrı sürecini  yarım saat gibi çok kısa bir sürede azalttığını gözlemleyip yaşadığım bir başka olay daha yok.

Geçen hafta çok yoğun bir iş programının arifesinde bir diş ağrısı ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. Fakat yoğunluk ve dönemin zaman ile belirlenmiş bir teslimat sürecinin olması, benim bu küçük ağrıyı umursamama ve kendi yöntemlerim ile unutmaya çalışmama sebep oldu. Lakin unutmak istediğim ağrıyı sadece 1 gün ertelemiş olduğumu bir gün sonra, çok yoğun bir zaman diliminde fark etmekte kaderin bir cilvesi gibi önüme düştü. Tabii kide kaderin bir cilvesi değil benim yaptığım seçimlerin bir sonucuydu lakin o anda hiç bir şeyin önemi kalmamıştı. Ağrı şiddetlenerek artmaya devam etmiş, öğlen saatlerinde ise beni yerimde oturamaz hale gelmeme sebep verecek kadar dayanılmaz bir hale gelmişti. 

Dişçiden korkan ben, sevgilisine koşan bir kadın kadar sabırsız bir şekilde bulduğum ilk dişçinin koltuğuna kendimi zor attım. Tek isteğim vardı; ağrının geçmesi. Onun için kafanı kesip tekrar dikeceğiz deseler kabul edecek durumdayken; dişçinin "Dişiniz apse yapmış ve iltihap fazla. Antibiyotik kullanmadan bir işlem yapmamız olanaksız." demesiyle dünyanın başıma yıkıldığını tahmin etmişsinizdir.
Çünkü  çok süper zeki bir insan olan ben, ağrımın artmasıyla çok önce bir eczaneye gitmiş güçlü bir antibiyotik ve ağrı kesici almış lakin zaman mevhumu sebebiyle başarılı olamamıştım. Zaman ve beklemek gibi bir lüksüm hiç yoktu üstelik ağrım giderek çoğalmaya devam ediyordu. Üstelik dayanacak takatim kalmadığı gibi akşama yetiştirmem gereken bir işim vardı. Ve zamanım giderek azalıyordu. 

Bunun üzerine diş doktoruna son bir umut ile  "Ağrıyı kesecek bir yöntem yok mudur ?" dediğimde beni görseydiniz kesinlikle bana acır üstüne evinize almak  bile isterdiniz. O kadar çok sezercik halindeydim ki, o yıllarda doğmuş olsaydım o rolü kesin bana verirlerdi üstüne oskar ödülünü bile alırdım. Neyse sizin de tahmin ettiğiniz üzerine diş doktorum bu ağrıyı ilaçlar etki gösterene kadar çekmek durumunda olduğumu yani ancak ertesi güne rahatlayacağımı beklediğini söyledi ve sadece ilacımın biteceği tarihe yeni randevumu verdi ve arkasını dönerek gitti. Evet gitti. Ağrım ile ben baş başa kalmıştık artık. O kapıdan çıktığım da kurtuldum hissi sebebiyle her zaman derin bir ohh çeken ben bu sefer acılar içinde çaresizce kalakalmıştım. Yapacak bir şey olmadığını idrak edince umutsuzca işe geri döndüm.

İş yerindeki doktorlarımızla durum hakkında sohbet ederken(ki buna pek sohbet denemezdi ben acıdan deli gibi dolanıyorken) bir uzmanımız elinde akupunktur iğneleri ile belirdi odamda. "Selin'cim hadi gel ağrın için akupunktur yapalım hemde yanağındaki şişlikte geçer." dedi. Tabii o zamana kadar ben yanağımın şiştiğinin farkında bile değildim. Neyse umutsuzca oturduğum koltuğum da  bir dakikadan az bir süre  içinde Dr Erinç şikayetime yönelik 7-8 tane akupunktur iğnesini yüzüme ve koluma takmıştı bile. Bu iğneler ile en az 20 dk zaman geçirmem gerektiği için odamda sohbet etmeye başladık. Sohbet sohbeti açtıkça ağrıdan büzüşen sesim açılmaya, yüzüm gülmeye başladı. Ve inanın o kadar ağrı kesicinin yapamadığı şeyi 20 dk da akupunktur başarmıştı ağrım azalmaya başlamıştı, yüzümdeki şişlik iniyordu. Dişçimin mümkün değil Selin'cim,bu ağrıyı bugün çekmen gerekecek sözlerine inat 40 dk sonra ağrımdan eser kalamamıştı. Yanağımda oluşan o ani şişlik gözle görülür şekilde inmişti. Bu mucize karşısında yeniden dünyaya gelmiş bir bebek gibi ağlamamak imkansızdı. 3000 yıllık şifalı bir dokunuş ile yeniden doğmuştum sanki. Ağrım yoktu, dişim de oluşan hassasiyet geçmiş yemek yiyebilmiştim. Resmen bir sevgi kelebeği halini almıştım. Tüy kadar hafiftim artık.

Uzun lafın kısası Akupunktur ile ilk tecrübem değildi, lakin bu tecrübe ile yaşadığım rahatlamayı kelimeler ile anlatmak çok zor. Ama artık her türlü sıkıntımda akupunktura başvurabileceğimi iyi biliyorum. Sizin de her derde deva akupunktur ile tanışmak için nedenleriniz var ise geç kalmamanızı tavsiye ederim. Hatta daha detaylı bilgi alabilmeniz için erinckaracehennem.com adresini ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ederim...

O gün işimi yetiştitirip yetiştiremediğimi sorarsanız yetiştirdim lakin işten çıktığımda saat:00:05 di. O ağrı devam etseydi halim ne olurdu hiç bilemiyorum. 

Şifalı dokunuşun için sonsuz teşekkürler Erinç. İyi ki varsın. 

Ağrısız günler dilerim...
Selin


27 Şubat 2013 Çarşamba

Baharım geldi, hoş geldi



Bugün odamdan içeri süzülen güneş ışığıyla beraber kim inanır ki biz şubat ayındayız. Kar kış beklerken dışarısı günlük güneşlik, doğa yeşermeye başlamış. Hiç çalışılacak havalar değil bunlar. İnsanı yoldan çıkartan cazibesi olan bir dönemin eşiğindeyiz. Yazık bize, acınası bir haldeyiz tiratlarımızın inandırıcılığını yok edecek şekilde enerji veren kışkırtıcı bir zaman. Tüh yaa :)))

Şu an da bile içimden sevinç çığlıkları atarak,iş yerinden kaçma isteğimi bastırmak ile uğraşıyorum:))) O kadar içimi ısıttı dışarıdaki uyanış. Tam bir bahar kadınıyım ben ve tam da bahar dönemimdeyim ne tesadüf ki. Öyle ki bu sene mayısa gelmeden açıyor çiçeklerim,doğuyorum yeniden usulca hayata.

Hadi bakalım rast gele kadınlarım, bahar geldi hoş geldi. Silkelenin biraz rahatlayın bakalım.

26 Şubat 2013 Salı

Kavrayış...




 Her şeyin bir başlangıcı vardır.

Bulduğumuz sonuçlar, döndüğümüz kavşaklar, gittiğimiz yolllar bizi bu başlangıçların sonuna taşır. Sonuçlar değişir, başlangıçlar ise hep aynıdır... Tüm mesele, bu gerçeğin etrafında dans ederken; insanın başı dönmesi ve her şey bir birine karıştırmaya ve kaybolmaya başlamasıyla başlar. Başlangıçlar her yeni dönemecin arkasında kaybolurken yeni yollar doğar geceye. Yeniler eskimeye başlar. Yollar kaybolur, labirentlere döner.
Eski ile yeninin bu dansı, bizi daha bilinmezlere sürükler. Bu serüvene başlayan döngülerin bir yerinde karşımıza iki seçenek çıkar tüm yalınlığıyla. Ya rüyada kalacağız ya da gerçeğe uyanacağız. "Gerçeğe uyanmak" her zaman bizi cezbedici sonuçları içinde barındırmadığından, rüyada kalmayı seçmek kolay olan olarak görünür çoğumuza. Oysa ki uyanmayı ertelemek tüm kaosu tekrar ve tekrar yaşamayı seçmektir. İşte tam da bu anda insanlar uyanmayı isterler gerçekten. Artık tekrarlardan sıkılmış ve öğrenmiş kişiler olarak gerçek ile yüzleşmek cezbedici bir hal alıverir.

Uyanmayı seçmek ile uyanmak arasına sıkışmış bir zaman vardır.O zaman arasında bir çok gelgitler yaşanır.  Yeniler eklenir,eskiler çıkarılır, yeniden ekiler seçilir vb. İşte ben de tam o sıkışmış zamanın esiriyim uzun zamandır. Kaybettiğim başlangıcımı arıyorum bu dolanbaçlı sevimsiz yollarda, ne zaman kendim olmaktan vazgeçtiğim zamanı bulmaya çalışıyorum. Çünkü başlangıcı olmayan biri uyanamaz. 

Kördüğümlerim yolumu hep kapatsa, ben araf da asılı kalmaya devam etsem de elbet o kaybettiğim başlangıcımı bulacağım. Ve kendimin kahramanı olacağım. Buna olan inancım her geçen gün daha da artıyor. 

Hele bugün bir dizide duyduğum bir replik beni iyice kopardı. Kızın tespiti muhteşemdi. Kız hayatta istedikleri konusunda tercihleri olması gerektiğini eğer ne istediğini bilmez ise başkalarının isteklerini yapan biri olacağını tespit etti ki bu çoğu insanın harcı değil.

Demek ki bugün ne yapıyormuşuz, bugün kendimiz için bir iyilik yapıp başkalarının karararlarını yaşamaktan vaz geçip kendimiz için ne istediğimize karar veriyormuşuz.

Haydi dostlarım kendimiz olmaya kaldığımız yerden devam etmeye...



25 Şubat 2013 Pazartesi

Arayış...


Bir bilinmezlik, havada asılı kalınmışlık halini fotoğraflandırın ama içine bir parça umut, bir parça hareket koyun deselerdi anca bu kadar bu duruma ait bir fotoğraf çekilebilirdi.

Bu fotoğraf beni benden alıyor inanın. Kim bilir belki mevcut durumu çok iyi ifade ettiğindendir. Belkide içinde biraz gizem olmasına karşın o sıcacık kule var olduğundandır. Her ne ise ne ama bu fotoğrafta umut var hem de bana ait umutlar var. Mesafeler göreceli olsa da , kim bilir belki bugün, belki yarın. Ama var. Bende varım. 

Neyin önemli olduğuna dair monologlarım olsa da diyaloglarda önemini yitirir oldular. Kalabalıkla yabancılaşan bir tarafım olduğunu keşfettim bu ara. Bir kişi bile benim için kalabalık. Belki içimin kalabalığındandır. Bilmiyorum?

Ama melankolim bugün benimle belli, içimdeki varlığını dış dünyaya göstermeye de pek hevesli. Kusarcasına suskunları oynasa da,çığlıkları 7 düvel öteden duyulur oldu. 

En iyisi bugüne bir şiir ile veda etmek, ve en özeli bu şiiri sessiz sessiz dinlemek...


Arayış

En kısa ceza 
Ömür-boyu olandır.. 
Kimse bilmediğinden. 

Kim bilir; 
Belki bir yalan'dır.. 
Kendiliğinden. 

Bir korku'dur belki, 
Saklanandır.. 
Çirkinliğinden. 

Bir soru olsa gerek; 
Sorulmadığındandır.. 
Birden.

Özdemir Asaf



22 Şubat 2013 Cuma

Kadınlarımın monologları, dialog olsa; ne tiratlar yazılır,ne oyunlar oynanır...


Sıradanlığı özleyen bir kadın var içimde, sıradanlığı isteyen ve bekleyen...

Hayat gerçekten çok garip, size ne zaman neyi isteteceğini kestirmek pek kolay değil. Kadınların çoğu serserilere aşık olur. Ve hayatlarını onların bir gün değişme ihtimali üzerine kurarlar. Bu hayallerin sonu hep iyi bitse de, yaşayan hikayelerde eylemler ve sonuçlar hep farklı olur. Hayaller ile gerçeklerin tek ortak noktaları vardır. O da ilk giriş cümleleridir. Durum böyle olduğunda; sıradan bir evlilik, sizin hayallerinizi süsleyen ulaşılmaz, uçuk hayaliniz olabilir.

Eğer sizin de benim gibi uçuk hayalleriniz varsa, sizinde anılarınız benimkilerden daha da parlak olamaz. Bizim gibi prenses masalları ile büyüyen bir neslin kız evlatları olarak hayallerimizin bu kadar kısıtlı ve diplerde gezmesi pek beklendik bir durum olmamasına karşın, gençlik yıllarımızda başımızda esen kavak yellerinin eseri olabilir.

 Tabii bu kavak yellerinin resmen bir fırtınanın habercisi olduğunu anlamayacak kadar toy ve basireti bağlanmış bir kadınım yani kadındım desem daha doğru olur. Çünkü 2006 senesinde başlamıştı tüm serüven   benim için. O zamanlar için yaşadıklarım,hissettiklerim ve hayalini kurduklarım şimdiki gerçeklerim olmasa da ben çok şanslı bir kadınım.  Hızlı sıçrayışlarım, yüksek farkındalıklarım var. Ve en önemlisi kendime karşı acımasız denecek kadar dürüstüm. Bu iyi bir şey, yaşanmışlıkların suçlarını başkalarına atıp, kendi seçimlerimin sonuçlarından başkalarını mesul tutmuyorum. Kendime acımak yerine savaşmayı ve kaybettiğimi düşündüğüm şeyi ;Kendimi geri kazanmaya çalışıyorum.

Hayatta her ne olursa olsun her fırtınanın dindiği bir an vardır. O an geldiğinde yapılan tüm hesaplar geriye kalan yıkık dökük virane şehirler üstüne kurulur. İnsanı acıtan fırtına mıdır yoksa fırtınadan sonra geriye kalan yıkık dökük şeyler midir bunu bilmiyorum. Ama ben artık gökyüzüne bakıyorum. Orası mavi ve engin. Yıkılan her şey düzelmez belki eskisi gibi olmaz ama zaten eskisi gibi olmasını istemiyorum artık.

Şimdi gerçekten değiştirmek istediğim tek bir kişi var ve o değişince hayatım değişecek biliyorum. Adım adım ilerleyecek belki uzun zaman harcayacağım ama emek emek yeniden yapacağım. Ve bu sefer verilen tüm emekler karşılığını bulacak. Çünkü değiştirmeye tek gücümün yeteceği kişi, kendimi değiştirmeye karar verdim.

Zaman artık benim için akıyor... İzin verin sizin için de aksın...

8 Şubat 2013 Cuma

Gelsin ilaçlar Gitsin kaygılar... iyi ki varsın kimyasal mutluluklar...


Yok arkadaş, bazı şeyleri kendi kendine aşamıyorsan; ortalarda debelenip durmaya, zırıl zırıl ağlamaya ne hacet, sapacaksın kolay yollara. Sapacaksın ki , senin mutluluğunu sağlayamayan insanların yüklerini taşımayacaksın bu dünyada. Taşımayacaksın ki, onlar da senin vebalin ile gitmesinler öte dünyaya. 

Formül gayet basit, sadece kendini düşüneceksin bu dünyada. Sen sadece kendini düşündüğünde her şey zaten senin isteğin gibi ve olması gerektiği gibi oluyor. Başkalarını değiştirmeyi seçip, yolunu zorlu hatta imkansız noktalara sürüklemeyeceksin . Sürüklersen zihnini maymun edersin, kişisel gelişimciler de bu duruma maymun zihin sendromu diyerek bu noktadan paralar kazanırlar ki bu da cemiyete bir hayır sayılır. 

Yoksa adamların kitaplarını kim okur Allah aşkına. Herkes bir umudun pençesine düşmüş yuvarlanıp gidiyor. Meleklerle konuşmak diye kitap yazıyor bir yazar iyi güzel diyorsun alıyorsun kadın 3. kitabını çıkarıyor aynı konuda. Sonrada bu ulvi bir şey oluyor,paylaşmak oluyor. Yok ya, salaktık bizde. (tamam biraz salaklık mevcut ama bu kadar da değil yahu. Salaklığımız sadece sevdiklerimize.) İlk kitabında anlamıştık ne demek istediğini niye ticarete döktün bu işi. Ne gerek vardı, kartlara, ajandalara, yeni kitaplara, CD 'lere. Tüm bunları da melekler mi söyledi sana. Eğer durum böyleyse vay halimize bizim. Ölünce de sınıfta kaldık desenize. Düşünsenize melekler bile ticari stratejiler bize önerirken bizim bu dünyada maneviyattan beklentimiz hangi düzeyde olabilir ki.

Bir düzeyde gidip gelirken insan pes ediveriyor sonunda. Baş edemiyorum ben bu düzenle diyerekten düzeni değiştiremeyeceğini kabul ediyor. Ve değiştirebileceği tek şeye kendi kimyasına dönüyor. Yardımsız debeleniyor bir süre, sonra bakıyor ki gittiği bir arpa yol değil, vardığı da bir yer değil anlıyor tek başına başaramayacağını. Ve başlıyor yeni arayışlara. İşte tam o noktada ilaçlar yetişiveriyor imdadınıza. Size diyorlar ki, sen beni al ben senin beyninde istediğim hormonların salgılanmasını sağlar seni sakinleştiririm, mal gibi yaparım. Pelte gibi ederim diyor. Sende tamam ya gel en iyi arkadaşım diyerekten, bir bardak su eşliğinde alıyorsun tüm yalancı kurtuluşları, veriyorsun tüm özgün tepkileri. Bedel basit kendin olmaktan vazgeçiyorsun. Kızacağın şeylere kızmıyor,önemsediğin şeyleri önemsemiyorsun. Ve tüm bunları seni sen yapmaktan çıkaranlar için kabul ediyorsun. Ne kadar ironik değil mi? Onlar sensizde mutluyken, sen onlarla mutsuzken yapıyorsun tüm bu çılgınlıkları. Çılgınlık çünkü aklı salim insan yapmaz bunları. Bunları aciz ve korkan bir insan yapabilir. 

"Git yaşamdan zevk alacağın şeyler yap." diyenlere en iyi cevap sanırım onlarsız yaşamdan zevk almaktan başka bir şey değil. Çünkü sadece kaybettiklerinde anlayacakları değerler için onlar adına savaşmaktan vazgeçmek gerek. Kişi kendi yaptıklarından mesuldür. O zaman onlarda yaptıklarının bedellerini ödemeliler. 

Böyle maymun zihinli olursanız yazılan yazıda bir ağacın dalları gibi karışık ama bir o kadar bir birine bağlı olur. Şimdi yıkılmak değil, ayağa kalkma zamanı. Tüm yüklerden kurtulup baharda yeni yer edinme zamanı. Dalımda tüneyen tüm kuşlara sesleniyorum, uçun mavi gökyüzüne, dolaşın semalarda özgürce. Bahar geldi canlarım tomurcuklarım sizinle açıp yeşerecek. Uçun güzel kuşlarım... Özgürlük sizinle göklerde güzel...











3 Şubat 2013 Pazar

Gölgeler







Bazen her şey bu fotograftaki gibi hem belirgin, hem karanlık, hem siyah, hem beyaz... Ama griler hiç yok.  Yani bazı yanlarımız var ki karanlık ama bizi biz yapıyor. detaylar görünmese bile bütünü olduğu gibi gösteriyor.

Gölgelerle arkadaş olursanız ister istemez güneşlede aranızda bir bağ kurmuş olursunuz. Güneşin sizin gölgelerinizi var ettiğini unuttuğunuz anda güneşinizide, gölgelerinizide sonsuza kadar kaybedersiniz. O zaman size kalan sadece karanlıktır. Karanlığı seviyorsanız sizde benim gibi, sessizliği seviyorsunuz demektir. Sessizlik içimdeki kadınların bilmediği bir eylem. Susmuyorlar. konuşuyorlar sadece konuşuyorlar... bir kapatsalar çenelerini,biraz dursalar beni içimdeki boşlukla biraz sulasalar başka bir şeye gerek yok. biraz durup uyanacağım...

Uyanmam diye korkuyorlar. Gülmediğim için çekiniyorlar, anlatmadığım için sıkılıyorlar, hissetmediğim için çözemiyorlar. Öyle değişik bir dönemdeyim ki içim dondu resmen. Benim gibi yemek ile arasında sıkı fıkı bir bağ kuran birisi için canının bir şey istememesi çok acayip. İstese tamam diyeceğim her şey normal. Ama değil. bu sefer aynı değil, beni korkutan da bu. Bu duruma aşina değilim. İnsan bilmediği bir şey ile nasıl savaşır, nasıl yener onu. Kendini nasıl kurtatrır.Sinirli desen değilim, sakin desen hiç değilim dedim ya size arafta bir gölgeyim resmen.

İçimdeki yangın bile çözmüyor donukluğumu. Bu ne boktan bir durum. İçimde bir yerlere seslenmeye ve ulaşmaya çalışıyorum. Ulaşamıyorum,duyuramıyorum sesimi.

Duyurmam lazım sesimi, kurtarmam lazım kendimi. Bu kurduğum cehennemimden azad etmem gerek kendimi. Ama nasıl? Asıl soru da sorunda bu!!!

30 Ocak 2013 Çarşamba

Metamorfoz...


Hayat çevirmiş spot ışıkları üzerime, anons edip duruyor ha bire... Bende fotoğraftaki çocuk gibi geziyor muyum, kaçıyor muyum pek bilemiyorum. Bir maç biterken yenisi için çağırıyor resmen. Bu ara favori ismi olduğumu düşünüyorum, 20 Dakika dizisindeki hapishane müdürü edasıyla dolanıp duruyor etrafımda. Ama hiç sorun yok... Çünkü ben değiştim ve değişmeye devam ediyorum. kabuğundan kurtulan kelebek gibiyim. yaşadığım metamorfoz o kadar derin ve büyük ki sonuçta doğacak selini şimdiden kestirmek pek olası değil. İşin gerçeği bu değişim; içimdeki sıkışmış enerjinin gribal enfeksiyon ile zayıf düştüğüm bir süre zarfında ortaya çıkması ile başladı. Hastalıkların bu tarz değişimleri başlattığını duymuşluğum var ama bir gribin başlattığını, inanın hiç duymadım. Ama boşu boşuna hasta olmaktan hoşlanmayacağımdan ben hastalığıma böyle bir misyon yükledim ve diyorum ki; içimdeki tüm kötülüklerden, negatif duygulardan, korkulardan, mikroplardan arınıyorum. Ve işe yaradı... Evet inanıp inanmamak sizin elinizde fakat ben değişiyorum... Bu süreçlerdeki en tehlikeli unsur kontrol edilebilir aşamadan çıkarsanız başlıyor,o yüzden bilinçli bir süreçteyken dikkatli olmakta fayda var. Benimki neredeyse kontrol edilebilir alandan çıkmak üzere ama artık bundan da korkmuyorum. Sadece değişmek istiyorum.



Öyle ki her akşam yatağa yattığımda bunun gibi bir trende kitap okuyarak yeni ülkelere seyahat ettiğimi hayal ediyorum. Bir gece kendimi prenses olarak hayal ederken bir başka gece gezgin oluveriyorum. Bir akşam deniz kenarındaki evimin verandasından denize bakarak kitap okuyor bir taraftan çay içiyorum. Şu aralar huzursuzum,hatta biraz fazla kaprisli ve çekilmezim. Kendimi en çok kitapların yanında huzurlu hissediyorum o yüzden sizinde fark ettiğiniz üzere her hayalimin bir yerinde kitap mutlaka koyuyorum. Gerçi bu istemli bir davranış olmasa da nedeninin bu olduğunu ben biliyorum. Yani bir kitabın bana refakat ettiği her yolculuk benim için huzur verici bir havaya sahip oluyor.

Bakalım bu tren beni nerelere götürecek, bu değişim beni nasıl bir selin yapacak... 

18 Ocak 2013 Cuma

Niagara şelalesinde volta atmak benimkisi...


Bir kadın düşünün, bir şelale altında gürül gürül akarken, incecik bedeniyle incecik bir ipin üstünde volta atıyor. Bir ileri bir geri salınırken aklında sadece şelalenin güzelliği var. O yüzden tehlike sadece bir varsayımdan ibaret onun için. İhtimaller dizisinin en sonuncusu düşmek, o kadar emin ki kendinden neredeyse uçabilecek.

Bende bir şelalenin üstünde volta atıyorum, kimi zaman o kadın kadar özgüven sahibiyim, kimi zaman ise kokudan donmuş bir haldeyim. Son yaşadıklarım içimde derin uçurumlar açtı. Bir bakıyorsunuz manik tarafım şahlanmış en tepelerde dolaşıyorum bir bakıyorsunuz depresifin şahıyım. Sanırsınız depresyon adını benden almış. Böyle bir duygusal uçurumun ucunda yaşanınca hayat, yükseklik korkunuz anlamını yitiriyor. Sizin için hayatınızda bahsettiğiniz bir anı oluveriyor.

Böylece bu acı deneyim ile  sadece korkunun etkisiz bir faktör olduğunu öğreniyorsunuz. Ve bu durum sizi korkusuz yapmasını bekliyorsunuz. İşler her zaman beklendiği gibi olmuyor ve siz daha çok korkuyorsunuz. İşte tam bu anda şanslı iseniz  size farkındalık yaşatacak bir kişi , bir kitap, bir olay ile karşılaşıyorsunuz. Bu kişi, kitap yada televizyonda izlediğiniz olay sizi durdurur,nefes aldırır ve değişimin kapısına kadar götürür lakin o kapıdan girmek sizin işinizdir. O noktadayken seçim sizindir. isterseniz değişirsiniz,isterseniz kokunuzun kollarında kaybolursunuz. 

Ben o şanslı insanlardanım, korkunun kollarında kaybolurken bana ışık olan insanlarım, kitaplarım ve olaylarım var. 

Tam bu olay daki kendi davranışlarımı sorgular kendime soruları sorarken  "içe dönük konuşmanın gücü" isimli kitap karşıma çıktı. Bu kadar çok okuyucu kitlesine sahip olmasına rağmen benim daha önce karşılaşmamış olmam şaşırttı beni. Hele ki yazarının gerçekçi yaklaşımı beni çok etkiledi. Çünkü yazar burada karşınıza gözlemci biri olarak değil deneyimleyen bir kimlik ile çıkıyor. Ve sadece kendi deneyimlemesini değil kişisel gelişim kitaplarını metotlarını kullanan bir çok okuyucuya ulaşarak sorunun özünü arıyor. Kendisi şöyle diyor; "Bu kadar çok kişisel gelişim kitabının olmasının tek bir anlamı olabilir, bu da bu kitapların işe yaramadığı.". Evet kişiler belirli bir süre kitaplarda belirtilen metotlara uyum sağlıyorlar ve değişim  başlıyor lakin zaman ile değişim duruyor ve eski alışkanlıklar geri dönüyor. Yani tam bir dönüşüm sağlanamıyor. Bunu sebebini araştıran yazar her şeyin bizim beyin kodlamamızın değiştirilmemiş olması olduğunu saptadığı için bu kitabı bizimle paylaşıyor.

Kitap bilgilendirme kısmındayım,uygulama noktalarına geldiğimde deneyimlerimi sizinle paylaşacağım... Umudum uygulamaların başarılı olması fakat o zaman kadar yani bu akşamlık  kitabı merak edenleriniz için adı ve yazarını sizinle paylaşıyorum. 
"İçe Dönük Konuşmanın Gücü-Shad Helmsttetter"...

Uzun bir günün son deminden size sesleniyorum ve hiç korkmayın diyorum...


7 Ocak 2013 Pazartesi

Baksan yanı başımda, dizimin dibinde, görsen diyar diyar uzakta yalçın kayaların ötesinde…


Viran bir şehir taşıyorum içimde… Hissettiğim hüznü anlatmaya ne dost dayanır, ne de bende ki bu yürek katlanır. Dilim lal olmuş, gitmiş öteye, zihnim durmuş kalmış beride… Akan sulara anlatsam acaba alır götürürler mi bu derin karanlığı, yok edebilirler mi?
Anneme sarılıp ağlayasım var, başımı omzuna koyup teselli arayasım… Ama yapamam ki… Onu üzmekten korkarım, bir karar vermekten çekinirim. Böyle içimde bir volkan, aklımda bin bir kuşku, yüreğimde ise korku var ahh dostlar, yüreğimi dirhem dirhem yakıp kül eden.
Baksan yanı başımda, dizimin dibinde, görsen diyar diyar uzakta yalçın kayaların ötesinde…  
Başucumda “Imany - You will never know “ söylüyor sanırım birazdan da bana “Slow down” diyecek…  Kim bilir belki haklıdır. Deliriyorum sanırım. Yok yok freninden boşalmış araba misali savrularak ve hızlanarak bir zaman geçirdim, şimdi ise sakinleşip dinginleşmeye çalışıyorum inanın. Sanırım bunları yaparak kendimi daha iyi hissedeceğim. Bu akşam bana destek olmaya da Sevgili dostum Jonathan Franzen –Özgürlük kitabı ile gelmiş.  Sanırım aradığım manevi desteği doğru yerde bulamayınca kendimde arıyorum. Belki de tam aramam yerdeyim, kendimde.
Korkularımla, endişelerim ve doğrular arasında sıkışıp kaldım. Doğru ne peki deseniz verecek daha bir tane cevabım bile yokken, bir dolu komplo teorim var kendi hayatıma dair. Bir yol göstericiye o kadar çok ihtiyacım var ki. Aslında bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek birine ihtiyaç duyuyorum. Yani birisi gerçekten geleceği görse ve bana anlatabilse bugün daha mı doğru karar verirdim acaba. Yâda verdiğim karar benim mi olurdu? Bu soruların cevabını bilmiyorum ama daha rahatlatıcı olacağı kesin.
Çok bilinmeyenli denklemler yorucu oluyor benim için… X,Y,Z artık kendi başının çaresine baksalar ve beni sadece kendimle baş başa bırakabilseler, her şey daha kolay olsa, olmaz mı? İlla ki bir alengirli yolda karşılaşmaları gerekiyor değil mi? Hepsi bir aradayken.
Bizim hikâye, iki inatçı keçinin köprüde karşılaşmalarını anlatan hikâyeye benzedi. Karşılaştık ve kimse geri adım atmıyor. Daha sakin karşılamam gerekirdi belki, daha anlayışlı olmalıydım. Ama olamadım. Hangisinin doğru olduğunun o an bir önemi yoktu ki, o an hayal kırıklığım, korkularımla el ele vermişti çoktan, ele geçirmişti ki bedenimi, zihnimi, her şeyimi. Korktum da ne oldu sanki korkularımın gerçek olması dışında tabii. Hiç! Hiç bir şey!
Hiç biri ile aranızda özel bir bağ kurup, onu kendi bedeninizde takip ettiğiniz oldu mu? Göz seğirmeniz de, kalp atışınızda ya da ne bileyim rüyalarınızda? Ben takip ettim. Rüyalarım da, kalbimde, içimdeki en kuytu köşelerde dinledim…  Şu son bir aydır içimdeki huzursuzluğun sebebi de, kalbime saplanan hançerlerin sahibi de oymuş meğer. İlk hissettiğim de de biliyordum. O yüzden daha çok korktum. Öğrenmemek istedim. Kaçmak istedim ama saklanamadım.  
Onu kaybetmek istemiyordum da ondan korktum. Ama kaybetmek istemediğim asıl son 2,5 aydır gördüğüm adamdı. 4 yıldır evli olduğum kocam ya da 7 yıldır beraber olduğum erkek ya da 20 yıllık çocukluk arkadaşım değildi. Parça parça içinde var olduğunu hissettirdiği bu yanını hiç kaybetmek istemedim ben. Askerdeyken büründüğü kişi ile aynıydı, hem de yanımdaydı bu sefer. Ama dün kaybettiğimi yüzüme vurdu. Biliyorum asıl kaybı haftalar önce yaşamıştım.  Nasıl bildiğimi sormayın bana, bir kadın bilir ne zaman kaybettiğini. Sözlerinden, cümlelerinden, davranışlarından her şeyden her şeyden biliyorum… Çünkü aldığı nefesin sayısından kurduğu cümlelere kadar her şeyin sıralaması aynı.  Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, o sadece beni bastırmaya çalıştı.
Tedaviyi ret etmiş. Duydunuz mu? Bana dün öyle söyledi. Cahil cesaretine sahip cesurlardan o. Terazisinin kantarı oynak olanlardan. Sanki iki kişilikli. Zeki ama akıllı değil. Sanırım benim gibi.
Biliyorum bu süreçleri, ben basit bir diyete başladığımda yapıyorum bunları o mu yapmayacaktı. Şekersiz bir yaşam seçersin ama istersin onları tüketmeyi, bir süre iraden hâkimdir. O süreçte inanırsın kendine, kontrol edebildiğine ama ilk şekeri yemenle beraber zaman içinde eskiye dönersin fark etmeden fark ettirmeden. Yâda fark ettirmediğini sanaraktan. Ama biliyorsundur. Bir ilaç bu isteği köreltir, kullanmazsan iraden de yemeye başlarsın. Ve bir gün iraden o gücü bulamaz kendinde ve yenilirsin. İlk başarı her zaman başarabileceğin hissini verirken ilk yenilgide tekrarları doğurur. Biliyorum. Ama dedim ya benimki basit bir diyet en fazla bana 5 kilo aldırır, hayatımı çalmaz. Ama onun ki benim, çocuğumun, onun hayatını mahveder. Mahvetti biliyorum. Ve tekrarından korkuyorum. O yüzden sözlere itimadım az. Korkuyorum hem de çok. Ve bu korkum ona destek olmamı engelliyor. Ona yeniden başlama gücünü verdirmiyor. Beni kendi kabuğuma çekiyor derin acılarla… Keşke gelse sarılsa ve her şey yeniden başlasa ve hiç bitmese…
Ama yazarında dediği gibi “ Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den. Nasip değil ise ne gelir elden”…

3 Ocak 2013 Perşembe

Yeni Yıla yeni adımlarla


Kararsızlığımın boyumu aştığı noktaların birindeyken yeni bir blog ile yazmaya devam etmek istedim ve PatronNietzsche ile sizinleyim(http://ppatronice.blogspot.com/) İki blogumu da çok seviyorum. Sanırım hepsi benden birer parçayı yansıtıyor. Onu da takip ederseniz ben pek memnun edersiniz. 

PatronNietzsche biraz daha aslında iş ağırlıklı olacak bir blog olarak tasarlandı, Prettyivy ise daha kişisel. 
Tabii o orantıyı tutturacak kişi olaraktan, inşallah doğru bir çizgide durabilirim.

Yeni yılın sizlere güzellikler getirmesini diliyorum.
Sevgiyle kalın